Medya Etik Kurulu olağan medya taramaları kapsamında çocuk istismarı iddiası sonrasında verilen mahkeme kararıyla ilgili medyada dün yayınlanan bazı haberlerden hareketle, genel bir uyarı yayınlama ve önemli etik ilkeleri bir kez daha hatırlatma ihtiyacı hissetmiştir.
Basın özgürlüğü, demokrasilerin temel taşıdır. Ancak bu özgürlük, keyfilik ya da sınırsız yorum hakkı anlamına gelmez. Aksine, kamu yararını gözeten, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yayıncılık anlayışıyla işlerlik kazanır. Bu bağlamda gazeteciliğin temel işlevi, doğrulanmış bilgiyi kamuoyuna aktarmak, toplumu ilgilendiren gelişmeleri şeffaf bir şekilde sunmak ve tüm bunları yaparken evrensel etik ilkelere sadık kalmaktır.
Ancak bazı konular, olağan haber değerlerinin ötesinde özel bir özen, yüksek bir etik duyarlılık ve sorumluluk gerektirir. Cinsel istismar, çocuk hakları, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitliği, bu alanların başında gelir. Bu tür vakalarda kullanılan dil yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda ideolojik bir pozisyonun göstergesidir. Özellikle cinsiyet temelli önyargılarla şekillenmiş, itham edici, hedef gösterici ve küçültücü ifadeler evrensel basın ilkeleriyle açıkça çelişir. Kadın beyanını yok saymak ya da hafife almak, yalnızca bireysel bir hakkın değil, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinin de hiçe sayılması anlamına gelir.
Söz konusu olay, çocuk yaşta bir bireyin maruz kaldığını ifade ettiği bir istismar sürecine ve bu sürecin ardından başlattığı adalet arayışına dayanmaktadır. Burada yalnızca bireysel bir iddia değil; çocukluk döneminde korunmasız bırakılmış bir insanın yaşamına dokunduğu öne sürülen derin ve ciddi bir mesele söz konusudur. Böylesine hassas bir durumu, mahkeme nezdinde olaya doğrudan taraf olmayan bir anne üzerinden tartışmak ve “kadınlar iftira atar” gibi genelleyici, önyargılı ve indirgemeci söylemlerle yorumlamak, yalnızca olayın özünü değersizleştirmekle kalmaz; aynı zamanda cinsel istismar ve şiddet vakalarının tarihsel olarak bastırılmasına, görmezden gelinmesine ve sistematik biçimde inkâr edilmesine de katkıda bulunur.
Şüphesiz ki hiçbir medya kuruluşunun ya da meslektaşımızın böyle bir amacı olamaz ancak zaman zaman kullanılan genellemeler ister istemez buna zemin yaratabilmektedir.
Özellikle cinsel istismar gibi son derece kırılgan konularda yapılacak psikolojik çıkarım ve sosyolojik çerçevelemeler de kendi başlarına taşıdıkları anlamdan başımsız, olası mağdurları itibarsızlaştırmakta ve failin sorumluluğunu da muğlaklaştırmaktadır.
Öte yandan, Gazetecilik Meslek İlkeleri, özellikle masumiyet karinesi ilkesine (Madde 4) dayanarak, yargı kararı kesinleşmemiş kişilerin suçlu ilan edilmesini açıkça etik dışı kabul eder. Aynı zamanda, yargı tarafından beraat etmiş kişilerin medya yoluyla yeniden suçlu gibi gösterilmesi de ciddi bir etik ve mesleki sorundur. Mahkemede iddia olarak kalmış, herhangi bir hükme bağlanmamış unsurların medya organları aracılığıyla yeniden gündeme taşınması, toplum nezdinde bir tür “yargısız infaz” yaratır. Oysa yargılamayı yapma yetkisi yalnızca bağımsız mahkemelere aittir. Medya bu süreci elbette haberleştirebilir ve eleştirebilir; ancak karar merciymiş gii davranamaz.
Yargı kararlarının dramatik ve duygusal bir dil kullanılarak etkisizleştirilmesi sonucu üretecek içerikler konusunda da ayrıca hassas olunması gerekir.
Gazetecilik, bir hak savunuculuğu işlevi üstlense de, bu rol gazeteciye mahkemelerin yerine geçme ya da yargı kararlarını geçersiz kılma yetkisi vermez. Gazeteci, mağdurun sesini duyurabilir, sistemsel adaletsizlikleri görünür kılabilir; ancak bunu yaparken yargının sınırlarına ve hukukun saygınlığına özen göstermelidir. Gazetecilik, yargının alternatifi değil; hukukun üstünlüğünü destekleyen tamamlayıcı bir denetim mekanizmasıdır.
Bütün medya kuruluşlarının özellikle böylesi hassas konularda evrensel etik değerler konusunda daha duyarlı olacağı inancıyla kamuoyuyla saygıyla paylaşırız…